TOK/Bilgi Kuramı: Bilgi ve Dil

Bu derste TOK/Bilgi Kuramı dersinin seçmeli temalarından "Bilgi ve Dil" ilişkisini ele almaya çalışacağız. Edebiyat derslerimizde kullandığımız ana malzeme de dil olduğu ve edebiyat, dili kullanma sanatı şeklinde adlandırılabileceği için bu ders akışının faydalı olacağını düşünüyoruz. Buradaki planlı sorgulamalarla birlikte öğrencilerinizin bilişsel becerilerinin gelişimine tanıklık edebilirsiniz.

Rene Magritte'in bir pipoyu resmettiği İmgelerin İhaneti adlı tablosunda, pipo resminin hemen altında "Bu bir pipo değildir." (Ceci n'est pas une pipe.) yazar. Öğrencilerinizle bu tabloya yönelik aşağıdaki inceleme yazısını okumadan önce tartışınız: "Resme mi yoksa sözcüğe mi, hangisine inanmalı? Nasıl sıyrılmalı bu çelişkiden?"

İmgelerin ihaneti: Bu neden bir pipo değildir? [1]

Yazar: Zeynep Kantarcı

Resme mi yoksa sözcüğe mi, hangisine inanmalı? Nasıl sıyrılmalı bu çelişkiden? Foucault'nun dediği gibi Magritte, resim ile yazıyı birleştirdiği bu tablosunda görüntüye ve dile ortak bir alan ve ölçek yaratmış olur. Bir resim dahilindeki sözcüklerin, harflerin görüntülerinden başka bir şey olmadığını ileri sürerek zihnimizin bu ikisini farklı değerlendirdiğini vurgular. Bu bakış açısı Klee'nin resimlerini de anımsatır bir bakıma.


Rene Magritte'in bir pipoyu resmettiği İmgelerin İhaneti adlı tablosunda, pipo resminin hemen altında "Bu bir pipo değildir." (Ceci n'est pas une pipe.) yazar. Resim, alıcısına eğlenceli görünür ilk başta. Öyledir de. Sonuçta karşımızda bir pipo vardır ve hemen altında bunun bir pipo olmadığına dair bir iddia. Fakat önemsiz ve altyapısız, öylesine yapılmış bir ironi değildir bu. Magritte aktarmak istediğini büyük bir ustalıkla sindirir eserine; elbette okuyabilene... Bir resimle olan iletişimimizin başlangıcında sanatçının imgelemiyle ve bu imgelemi kendine özgü yansıtma şekliyle, yani bir yabancının "usul"üyle karşı karşıya kalırız. Bir metni anlamak için yazıları tanımayı ve okumayı bilmenin elzem oluşu gibi resimlerdeki sembolik altyapıyı algılamak da öncesinde bir temel edinmeyi gerektirir. Bize yabancı olanın içine girebilmenin bir vasıtası da yolu başkasının yürüyüşünü izleyerek, ayak izlerinden giderek öğrenmektir. Michel Foucault'nun Bu Bir Pipo Değildir adlı eserinin de yardımıyla bu resimden yola çıkarak Magritte'in çalışmalarında kurduğu imgelemin elimden geldiğince içine girmeye çalışacağım.

Gerçeküstücülük akımının en bilindik isimlerinden olan Rene Magritte, resimlerinde düş ile gerçeği birleştirir; birbirine zıt olanları bir arada kullanarak zihnimizin bağdaştırmaya olan meylinin önünü keser. Bunu yapmak için sembolik ve absürt bir üslup tercih eder ki resimlerinde gördüğümüz hiçbir varlığı gündelik, bilindik olanla ilişkilendiremeyelim. İmgelerin İhaneti adlı resminde ise bakışımızın en temelindeki ögelerden birini; en büyük bağdaştırma ve anlamlandırma bağlamımız olan sözcükleri kullanır. "Bir tablodaki sözcükler, görüntülerin yapıldığı aynı maddeden yapılmışlardır. (Ama) Bir tabloda, görüntüleri ve sözcükleri farklı şekilde görürüz." der Magritte. Nitekim resme bakarken seyirci ile okur kimliklerimiz çatışmaktadır. Yazıyı okur, resmi seyrederiz; bir resimle muhatap olmak onu yalnızca seyretmeyi gerektirir oysa.

Kendini yalanlayan düzleme, sınırları ressam tarafından belirlenmiş alana bakarız: Resme mi yoksa sözcüğe mi, hangisine inanmalı? Nasıl sıyrılmalı bu çelişkiden? Foucault'nun dediği gibi Magritte, resim ile yazıyı birleştirdiği bu tablosunda görüntüye ve dile ortak bir alan ve ölçek yaratmış olur. Bir resim dahilindeki sözcüklerin, harflerin görüntülerinden başka bir şey olmadığını ileri sürerek zihnimizin bu ikisini farklı değerlendirdiğini vurgular. Bu bakış açısı Klee'nin resimlerini de anımsatır bir bakıma. Paul Klee'nin eserleri görüntü ile yazı formlarını iç içe geçirerek zihnimizin yazıyı da bir resim içeriği olarak algılamasına neden olur. Sanatçı olarak bakışımızdan talep ettiği budur. Onun resminde "sözcüklerin görüntüleri" ya da "yazı biçimindeki figürleri" görürüz çünkü harfler okunabilen bir konumda değillerdir. Magritte ise iki ögeyi matematiksel olarak ayrı ama yine de birlikte, aynı çizgi içinde kullanarak seyircisine adeta meydan okur.

Yazı vasıtasıyla bir form, resim oluşturan kaligramlar, aslında bir aktarıma hizmet eden yazıları biçimle iç içe kullanmaya ve onlarla resim yapmaya yararlar. Sözcüklerle iletilmek istenen, yine sözcüklerle yapılmış bir resim aracılığıyla tasdik edilir. Dışarıdan, uzak bir bakış, kaligramların yazı değerini sıfırlar. Foucault, kaligramlar hakkında "Sözünü ettiği şeyi iki kez kıstıran kaligram, ona en kusursuz tuzağı kurar. Çifte girişiyle, tek başına söylemin ya da salt desenin beceremeyeceği yakalama işini gerçekleştirir." der ve Magritte'in de bu resminde bir tür kaligram oluşturduğunu öne sürer. Ancak Magritte yazıya -şekilden bağımsız- dilediğini söyleme özgürlüğünü bahşetmiş ve iki ögeyi birbirinden hem mekânsal hem de anlamsal olarak uzaklaştırarak kaligramların formuna karşı çıkmış olur. "Dil ile görüntü arasındaki bütün geleneksel bağıntıları bozmak için" yapar bunu. Tek başlarına bir şey ifade etmeyen ve yalnızca var olanları imleyen sözcükler, sembolik bir dizgedirler.

Bir sözcük gönderme yaptığını ihtiva etmez. Eder mi? Pipo sözcüğü kendisi midir piponun? Sözcük ile varlık arasında zorunlu bir ilişki olmak zorunda değildir. İsmimizi veya herhangi bir kelimeyi art arda defalarca tekrarlayınca onun seslerin birleşmesiyle kurulmuş bir başka uydurma ses olduğunun farkına varır ve sesin gönderme yaptığı varlığa gittikçe yabancılaştığımızı fark ederiz. Pipo sözcüğü ne anlama gelir? Pipo. Pi-po. Pipe, pipa… Boru, baca, sigara? Ya sonra?.. Belki de asılsız, anlamsız seslerdir çıkardığımız. Ses ve vurgulardan oluşan teorik bir sözcüğü, varlığın kendisinden, yani hakikatten evla kabul etmenin sebebi nedir? Öte yandan, ya sözcüklerse doğruyu söyleyen? Bir piponun resmi kendisi midir piponun? Resme inanırsak, varlığın resmini kendiyle eşdeğer kabul etmemiz gerekir. Sözcük zihnimizdeki "gerçek"e, varlığın aslına işaret ediyorsa, görüntüsünün kendi olduğunu iddia edebilir miyiz, örneğin kullanabilir miyiz bir pipo resmini?


Sonsuz bir paradokstur bu. İmgelerin İhaneti... Nedir imge? Kendine muhatap bellediğini yutarak kaplayan, alıcısını sezgisiyle sararak anlamını iletendir. Bilinçsiz bir idrakin yani öznenin kendini sembolizm denizine bırakışını mümkün kılar imgeler. Karşısında duran eğer teslim ederse kendini, tıpkı başa dolanan bir kumaşın benlikle bütünlük oluşturması gibi kendi sezgisiyle örtünmeyi vaat eder alıcısına. Bu yüzden bir sanat eserinin imgesini oluşturan ögelerin her birinin titizlikle inşa edilmesi gerekir. Bir kitap kapağını araladığımızda, bir müziğe kapıldığımızda ya da bir filme daldığımızda farklı bir âleme "yükseldiğimizi" hissetmemiz bu sebepledir. İçine girdiğimiz dünyayı oluşturan her detay, bizi kuşatan o sezgiye, imgeye hizmet eder. Üzerimizde oluşan etkiyi yaratan ögelerin ifadesi çoğu zaman güçtür. Bu ögeler bazen aşikârdır, bazen ise algılayamayacağımız kadar silik. Düşler kapısından adım atmak tıpkı yeni bir insanla tanışmak gibidir: onun duygu düzlemine açılabilmemiz için bize hikâyesinden, duygularından, gördükleri arasında kurduğu bağlantılardan ve sevinme ile üzülme şekillerinden söz etmesi gerekir.

Bir başkasının imgesine yaklaşmanın, birlikte aynı düşe dalmanın yolu birlikte aynı ruhsal düzlemde bulunabilmekten geçer. Bunun en keyifli yollarından biri de ondan bir anısını, o an ile özdeşleştirdiği şarkı eşliğinde anlatmasını istemektir. Sesin dolaysız nüfuz edebilen yapısı ve anlam zeminini oluşturan hikâye, anlatıcının maddi yakınlığı ile de birleşince, film izlerken olduğu gibi çeşitli duyularımızla karşımızdaki özneye dikkat kesiliriz. Ancak aynı melodiye birlikte kulak kesilerek, aynı varlık sahasını paylaşıp benzer duyguları edinerek adım atabiliriz "öteki" diye adlandırdığımızın fanusuna. Zihinsel bir bağlamda fark edilemese bile şeylerin imgeleri hatrımızdan hiçbir zaman çıkmaz. Çünkü duyuların en temelinde sezgi yer alır. Görünürde fikirler, sözler, sesler ve yüzler içerse de gerçekte yalnızca tarif edilmez bir tınıdır duyduğumuz. Böylece deneyimleriz kendimizden ötekine yaptığımız yolculuğu... Resimde yüzümüzü döndüğümüz "öteki" Magritte'in eserleri ve dolaylı yoldan zatı oluyor. Parçalara ayrılan bir bütünün, parçaları asıl odak noktası hâline gelince genel resmi algılamak güçleşir.

Magritte'in resimlerinde yaptığı da budur, detayları parlatırken mekân ve zaman algımızı parçalar, evrenine yabancılaştırır. L'Empire des Lumières resminde tepesinde günışığı olan bir sokakta, berrak bir gökyüzünün altında kapkaranlık binalar görülür. Karanlığı aydınlatan gökyüzü değil, sokak lambasıdır. Doğal ile yapayın, gece ile gündüzün karşıtlığı ışık imgesiyle vurgulanır. Âşıklar II resminde ise duruşlarından yakınlık derecelerini tahmin ettiğimiz, yüzleri farklı beyaz örtülerle kaplı bir çift görürüz. Yapılabilecek okumalardan ilki, ikisinin yüzünün de ayrı örtülerle kaplı olmasının yabancılığı, birbirine yabancılaşmayı ve bağımsızlığı temsil ettiğidir. Sevgi onları birleştirmeye, "bir" kılmaya yetmemiştir. Yüzlerinin (örtülerinin) gölgeleri ötekinin yüzünün belli bir kısmını kaplamaktadır. Kişinin gölgesinin, yani karanlığının bir başkasına düşmesi ötekini kötü yönde etkilediği, kendi varlığı ile diğerini gölgede bıraktığı veya ışığını söndürdüğü anlamlarına gelebilir.

Bu perspektiften, en yakınımızı bile hiçbir zaman tanıyamayacağımız ve iki öznenin aralarındaki duvarları yıkıp personalarının, -günlük olanın- ötesine geçerek kendilerine ait bir anlam dünyası kurmalarının mümkün olmadığı yorumunu yapabiliriz. İkinci yorum, çift oldukları belli olan bu figürlerin bu defa aşklarının getirdiği körlük sebebiyle ötekinin yüzüne körleşmeleridir. Çünkü artık bir öteki yoktur ortada. Ruhları başkalarının göremediği bir düzlemde birleşir; sevgileri öyle içselleşmiştir ki kendi varlıklarını aşar. "Sen", "ben", "öteki" kavramları kaybolur; benlikler, sıfatlar ve yüzler silikleşir. Görüntünün aldatıcı yanı yitmiştir; ses ve dokunuştur artık bağlarını sağlayan. Dokunuşun aracısızlığı sözcüğü arka planda bıraksa da ses, öznenin varlığını doğrularcasına, başını okşarcasına her ikisinin de içlerine işler. Yüzlerindeki örtülerin renginin beyaz oluşu masumiyete, aşklarının saflığına işaret etmektedir.

Göze inen perde temsil edilmeye uygun olmayan insanın ruhunu görebilmek için elzemdir: Suretler silikleştikçe varlık belirginleşir. Bir olunmuştur; kurulan sevgide ve sevgilinin hayalinde kaybolunmuştur artık. Agamben'in sevgi tanımı ile: "zorunlu olmasa da düzeltilmezliğinde, olumsal olmasa da böyleliğinde" görür, koşulsuz kabul ederler birbirlerini. Yan yana dururlar; "karşıdaki" değildir artık yüzlerini döndükleri. Bir başkasının kendinden yola çıkarak oluşturduğunu yalnızca o güne dek biriktirip kendimize kattıklarımız vasıtasıyla veya gösteren ile gören arasındaki sembolik altyapının benzerliği ölçüsünde anlamlandırabiliriz. İnsanlarla konuştuğumuzda aynı fikirde olduğumuzu düşünme yanılgısına kapılır, soyut kavramların içlerini aynı anlamlarla doldurduğumuzu varsayarız. Oysa tecrübe ve beslenilen kaynaklar gibi insanların kişiliklerini oluşturan tüm etkenler, anlam dünyalarını da farklı şekillerde inşa etmelerine sebep olur.

Sohbet etmek, deneyimle sivrilmiş noktalarımızı çarpıştırmak anlamına gelir bu sebeple. Dik yanlarımızı törpüleyip gardlarımızı indirmeden kendimizi bir iletişime, insana yahut esere açabilmemiz mümkün değildir. Fikirsel bağlamda açmak yeterli olmaz; hâl ve gönül diliyle de anlaşabilmek, aktarılmak istenenlerin hapsedildiği işaretlerin ardındakini görebilmek için çabalamak gerekir. Aktarılanı kavrayabilmek, işaret edilenin içimizde bir karşılığının olmasına da bağlıdır aynı zamanda. Güzeli ve çirkini, aslında tüm varlıkları bir tek onu kendilerinde de barındıranlar fark edebilir. Kendimizi terk etmemiz, bakışımızdan dışarı adım atarak dış bir bilinç geliştirmemiz mümkün değildir. Başkayı da bir tek sahip olduğumuz eksen dâhilinde değerlendirebiliriz üstelik. Bir varlığı fark edebilmemiz için, onda içimizde bir şeyler uyandırmasına sebep olan tetikleyicilerin olması gerekiyor. Görebilmek, başlı başına bir hassasiyetin göstergesi. Dikkatin cezbini sağlayan duyargamız yaşantımızın eseri. Ağımıza takılan kendimiziz en nihayetinde. Gördüğün sensin.

 DİL OLMADAN DÜŞÜNEBİLİR MİYİZ? 
Dil, insan olmanın vazgeçilmez bir parçasıdır. Kategorize ederiz. Genelleme yaparız. Hatırlarız. Hayal ederiz. Kurgusal dilsel haritalarımız ve dil oyunlarımız kaosun içinden bir düzen görüntüsü çıkarır. Kısacık anlarda ve nesiller boyunca, ağızdan ağıza ve yazılı arşivlerle iletişim kuruyoruz. Dili, gücü ve boyun eğmeyi yapılandırmak; bireyselliği ve uygunluğu göstermek için kullanırız. İster küçük kabilelerde ister büyük ulus devletlerde olsun, sosyal etkileşimlerimizi geliştiren ve aynı zamanda sabote eden hikayeler anlatırız.   

 TOK/BİLGİ KURAMI SORULARI

  • Tüm bilgi sözcüklerle ya da sembollerle ifade edilebilir mi?
  • Dil olmadan düşünmek ya da bilmek mümkün müdür?
  • Bir şeyi ifade edemiyorsak, onu bilmediğimiz anlamına mı gelir?
  • Dil, özel deneyimlerimizi kamusal hale getirmemize ne ölçüde izin verir?

 Aşağıdaki videoyu izleyiniz ve Lera Boroditsky'nin "Dil, düşünce şeklimizi nasıl etkiliyor?" sorusuna verdiği yanıtı maddeler halinde derleyiniz.

Aşağıda Dilbilimci Betty Birner'in Konuştuğum Dil, Düşünce Biçimimi Etkiler mi? [2]başlıklı metninin Türkçe çevirisi yer almaktadır. Bu metni öğrencilerinizle birlikte okuyarak başlıktaki soruyu yanıtlamaya çalışınız.

Konuştuğum dilin, düşüncelerime biçim verdiği doğru mu?

İnsanlar yüzyıllardır bu soruyu soruyor. Dilbilimciler bu konuya, 1940’larda Benjamin Lee Whorf isimli bir dilbilimci Arizona’nın kuzeydoğusunda kullanılan Hopi isimli bir Kızılderili dilini incelediğinden beri özel ilgi gösteriyor. Çalışmalarının sonucu olarak Whorf, Hopi konuşanların ve İngilizce konuşanların dillerindeki farklılıklar sebebiyle dünyayı birbirlerinden farklı gördüğünü iddia etmişti.

Öğrendiğimiz şey şu ki, bu sorunun cevabı oldukça karmaşık. Hatta bir nevi tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan meselesi. Kelimelerle ifade edemediğiniz şeyler hakkında düşünemez misiniz, yoksa onlar hakkında düşünemediğiniz için mi onları ifade edecek kelimelere sahip değilsiniz? Problemin bir kısmı da, yalnızca dil ve düşünceden ibaret olmaması. Kültür diye bir şey de var. Kültürünüz (yani beraber yaşayıp iletişim kurduğunuz insanlardan öğrendiğiniz gelenekler, hayat biçimi, alışkanlıklar) de düşünce ve konuşma biçiminizi etkiliyor.

Guugu Yimithirr isimli (Avustralya’nın Kuzey Queensland’inde konuşulan) bir dilde sol, sağ veya ön, arka gibi kelimeler yok. Bu dili konuşanlar, konum ve yönleri hep kuzey, güney, doğu, batı kelimelerinin Guugu Yimithirr dilindeki karşılıklarını kullanarak tarif ediyor. Yani asla bir çocuğun bir evin önünde durduğunu söylemiyorlar, onun yerine çocuğun evin doğusunda durduğunu söylüyorlar. Dolayısıyla, aynı zamanda da şüphesiz çocuğun evin doğusunda durduğunu düşünüyorlardır, oysa ki İngilizce konuşan biri çocuğun evin önünde durduğunu düşünecektir. Dilimiz, düşünce biçimimizi etkiliyor mu? Yoksa kültürel alışkanlıklarımızdaki farklılıklar hem düşüncelerimize, hem de dilimize şekil mi veriyor? Büyük olasılıkla kültür, düşünce alışkanlıkları ve dil, bir arada gelişmiş.

Problem yalnızca kelimelerle de sınırlı kalmıyor. İngilizcede, bir fiilin cümle içinde aldığı form geçmiş bir olayı mı yoksa şimdiki zamanda geçen bir olayı mı anlattığını söylüyor bize (Mary yürür / Mary yürüdü). Hopi dili, buna ihtiyaç duymuyor. Bunun yerine fiillerin aldığı form, konuşmacının bu bilgiyi nasıl öğrendiğine göre değişiyor. Yani ilk elden alınan bilgiler için (“acıktım” gibi) ve yaygın olarak bilinen bilgiler için (“gökyüzü mavi” gibi) farklı fiil formları kullanılıyor. Tabii İngilizce konuşanlar bu cümlelere başka bilgiler de eklemeyi seçebilir (“Mary’nin sınavı geçtiğini duydum” gibi), ama bu zorunlu değil. Whorf, bu farklılıklar yüzünden Hopi konuşanların ve İngilizce konuşanların olaylara birbirlerinden farklı baktıkları kanaatindeydi. Hopi konuşanlar bilginin kaynağına, İngilizce konuşanlar ise olayın zamanına daha çok önem veriyordu.

Objeler de farklı dillerin sözdizim kurallarına göre farklı şekillerde ele alınıyor. İngilizcede, (fasulye gibi) bazı nesneler “sayılabilir” hale getirilip çoğullaştırılıyor (fasulyeler), ancak bazı diğer nesneler “kütle” olarak ele alındıkları için çoğullaştırılamıyor (iki bardak pirinciniz olabilir ama pirinçleriniz olamaz). Japonca gibi başka diller, nesneleri bu şekilde ayırt etmiyor. Bunun yerine, her nesne için “iki kap” gibi sınıflandırıcılar kullanılıyor. Araştırmacılar, dilin bu özelliğinin İngilizce konuşanları maddeler ve bireysel objeler arasındaki fark hakkında daha bilinçli hale getirip getirmediğini araştırıyor.

Bir örnek daha: Whorf, İngilizcede zaman sayılabilir parçalara bölündüğü için (üç gün, dört dakika, yarım saat) İngilizce konuşanların zamanı düz, aralıksız bir akıntı yerine bir objeler grubu (saniyeler, dakikalar, saatler) olarak ele aldığını düşünüyor. Diyor ki bu, zamanı biriktirilebilir, harcanabilir veya kaybedilebilir “şeyler” olarak görmemize sebep oluyor. Hopiler ise zamandan bu şekilde bahsetmedikleri için onu farklı görüyorlar; onlar için zaman, kesintisiz bir döngü. Ancak bu, dilimizin bizi zamanı belli bir şekilde görmek zorunda bıraktığı anlamına gelmiyor. Zaman algımız dilimizi etkilemiş olabilir, ya da kültürümüzde zamanı ele alış biçimimiz hem dilimizde hem de düşüncelerimizde gözlemlenebiliyor olabilir. Dil, düşünce ve kültür bir örgünün üç tutamını oluşturuyor ve her biri bir diğerini etkiliyor olabilir.


Ama insanlar dillerinde düşünüyor, değil mi?
Genellikle, evet. Ama hep değil. Aslında kelimelerle tarifi zor olan zihinsel resimler ve hisler de hayal edebilirsiniz. Bir senfoninin sesini, armutun şeklini, ya da sarımsaklı ekmeğin kokusunu düşünebilirsiniz. Bunların hiçbiri, dil bilgisi gerektirmez.
 

Yani onu anlatacak bir kelimem olmasa bile bir şey hakkında düşünebilmem mümkün mü?
Evet. Mesela renkleri ele alalım. Sonsuz sayıda değişik renk var, ve hepsinin kendi adı yok. Eğer bir kutu kırmızı boyanız varsa ve ona yavaş yavaş, damla damla mavi boya eklerseniz, renk yavaşça kırmızımsı bir mora, ardından mora, ardından da mavimsi mora dönüşmeye başlar. Her damla, rengi bir parça değiştirecektir. Ancak renk birdenbire kırmızı olmayı kesip mora dönüşmeyecektir. Renk spektrumu mütemadi olsa da, dilimiz değildir. Dilimiz, renk spektrumunu “kırmızı” veya “mor” olarak parçalara ayırmamızı gerektirir.

Yeni Gine’deki Dani halkının dilinde, renk için kullanılan yalnızca iki temel kelime bulunuyor. Biri “koyu” renkler için (mavi ve yeşil dahil olmak üzere), öbürüyse “açık renkler” için (sarı ve kırmızı dahil olmak üzere). Onların dili, renk spektrumunu bizimkinden farklı parçalara ayırıyor. Ancak bu, sarı ve kırmızı arasındaki farklı göremedikleri anlamına gelmiyor. Araştırmalar, Dani halkının renkleri İngilizce konuşanlar kadar ayırt edebildiklerini gösteriyor.

Rusça’da, açık mavi ve koyu mavi için iki farklı kelime var. Bu, Rusça konuşanların bu ikisini farklı renkler olarak gördüğü anlamına mı geliyor? Peki ya ikisi için de “mavi” kelimesini kullanan İngilizce konuşanlar, bu ikisini aynı renk olarak mı görüyor? Belki de. Pembe ve kırmızı sizce farklı renkler mi? O zaman dilinizin etkisi altında kalmış olabilirsiniz, çünkü aslında pembe yalnızca açık kırmızı.

Yani dilimiz sadece bize sunduğu kelimelere bağlı kalarak düşünmemize sebep olmuyor, ama değişik şeyleri nasıl gruplandırdığımız üzerinde bir etkisi olabilir. Konuşmayı öğrenen bir çocuğun yapması gerekenlerden biri, etrafında gördüklerinin hangilerinin adının aynı olduğunu anlamak. Ailenin St. Bernard’ının “köpek” olduğunu öğrenen çocuk, bir inek gördüğünde ikisinin aynı şey olduğunu düşünüp ona da “köpek” diyebilir. Ya da belki de komşunun chihuahua’sının da bir köpek olduğunu anlayamayabilir. Çocuk, “köpek” kelimesinin hangi kümeyi kapsadığını öğrenmek zorunda. Benzer şeyleri gruplandırıp onlara aynı ismi vermeyi öğreniyoruz, ama nelerin birbirine aynı isimle hitap edilecek kadar benzediği dilden dile farklılık gösterebilir.

Bir diğer deyişle, dilimizin bizim üzerindeki etkisi neyi düşünebildiğimiz ya da neyi düşündüğümüzden çok, gerçekliği nasıl kategorilere ayırıp onlara hangi etiketleri yapıştırdığımızla ilgili. Ve bu sebeple kültürümüzün, dilimiz üzerinde de düşüncelerimiz üzerinde de büyük olasılıkla oldukça etkisi var.


Peki ya Eskimo dilinde kar anlamına gelen onca kelime?
Eskimoların kardan bahsetmek için kullandığı düzinelerce (ya da belki de yüzlerce!) kelime olduğunu duymuş olabilirsiniz. İnsanlar, bu iddiayı genellikle dünyayı görüş biçimimiz ve ondan bahsediş biçimimiz arasındaki yakınlığa dikkat çekmek için kullanır. Ancak Eskimoların, kar için kullandığı yüzlerce kelime olduğu gerçek değil. İlk olarak, zaten yalnızca bir tane Eskimo dili yok. “Eskimo” olarak bahsettiğimiz insan topluluğu İnuit ve Yupik dil ailelerinin çeşitli dillerini konuşuyor. Ve tek bir dilin tek bir lehçesini ele alsak bile, kar için İngilizceden daha fazla kelime kullandıklarına dair bir belirti bulamayız. İlk olarak, neyin “kelime” sayıldığını sormamız gerekir kendimize. İngilizcede “kartopu” gibi birleşik sözcükler elde etmek için kelimeler birleştirebilir, “bükünlü” sonlar kullanıp “karlı” gibi kelimeler elde edebiliriz. Eskimo dillerindeyse, İngilizceden çok daha fazla kelime yaratma yolu var. Yani tek bir kök kelime (“kar” gibi), buna bağlantılı yüzlerce kelimenin temelini oluşturabilir. Ancak bunların hepsini ayrı kelime olarak ele almak, çok da adil değil. Eğer yalnızca kök kelimeleri sayarsanız, bu dillerin aslında İngilizceden çok da farklı olmadığını görebilirsiniz. Ne de olsa İngilizcede de kar tarifi yapmak için kullanılan pek çok kelime var; kar, dolu, sulusepken, tipi, çığ gibi, ve eğer kayakçıysanız büyük ihtimalle çok daha fazlasını biliyorsunuzdur.

Yani farklı bir dil öğrenmek düşünce biçimimi değiştirmez mi?
Çok değil, ama eğer bu dil sizinkinden çok farklıysa, başka bir kültür ve yaşam tarzı hakkında fikir verebilir size.

 YARATICI ÇALIŞMA

Gruplara ayrılınız ve yapay zeka kullanarak kendi yapay dilinizi oluşturunuz. Yapay dilinizle oluşturduğunuz alfabeden hareketle birkaç sözcük ve cümle üretiniz. Cümlenizde ipucu olarak vereceğiniz harfle birlikte sınıf arkadaşlarınızın oluşturduğunuz dildeki yapıyı anlamalarını sağlayınız.

CHATGPT ÖRNEĞİ

Grup İsmi: LinguaNova

Alfabe:

Harfler: A, E, I, O, U, K, M, R, S, T, L, N

Gramer Kuralları:

*Fiiller "-ar" eki alır. (Örnek: "legar" = "okumak")
*İsimler genellikle "-o" ile biter. (Örnek: "libro" = "kitap")
*Olumlu cümle yapısı: Özne + Yüklem + Nesne (Örnek: "Io legar libro." = "Ben kitap okuyorum.")
*Olumsuz cümle yapısı: Özne + "no" + Yüklem + Nesne (Örnek: "Io no legar libro." = "Ben kitap okumuyorum.")

Temel Kelimeler:

"Io" = Ben
"Tu" = Sen
"Legar" = Okumak
"Libro" = Kitap
"Saluto" = Merhaba
"Kompa" = Arkadaş

Örnek Cümleler:

LinguaNova Cümlesi: "Io legar libro."

İpucu Harf: "I" harfi özne olarak kullanılır.
Anlam: "Ben kitap okuyorum."
LinguaNova Cümlesi: "Saluto, kompa!"

İpucu Harf: "S" harfi selamlaşma için kullanılır.
Anlam: "Merhaba, arkadaş!"

Kaynakça

  1. ^ https://www.gzt.com/cins/imgelerin-ihaneti-bu-neden-bir-pipo-degildir-3561498
  2. ^ https://oggito.com/icerikler/konustugum-dil-dusunce-bicimimi-etkiler-mi/63112
All materials on this website are for the exclusive use of teachers and students at subscribing schools for the period of their subscription. Any unauthorised copying or posting of materials on other websites is an infringement of our copyright and could result in your account being blocked and legal action being taken against you.